Seneler öncesi te ilkokul yıllarında İstanbul'u kartpostallardan tanırdık. Çünkü televizyon yoktu, sosyal medya denen günümüz teknolojisi hayallerde bile yer almazdı. Sadece Uzay 1999 diye bir film vardı o dönemlerde bu günlere ışık tutan.
Ne
güzeldi aslında İstanbul'u o kartpostallardaki gibi bilmek, tanımak. İşte o kartpostallardaki güzelliklerine vurulmuştuk İstanbul'un ki, kalktık geldik o 18-20'li yaşlarda bu koca metropole...
Bu defa sosyal medya da Amasya bakırcılar çarşısını gördüm. Bir anda 80'li yıllar geldi aklıma. Acaba o zamanın İstanbul'u gibi miydi? Şimdinin Amasya'sı diye iç geçirdim. Galiba hayalden de öte kabus görüyorum diye düşündüm.
Ne güzeldi o günler. Köyden kasabaya (Taşova) gidebilmek için yarım saat yol yürümek. Sonra Esençay'dan gelen araçlara binip kasabaya varmak. İşimiz erken bitsede araçların dönüş saatini beklemek zorundaydık. Bu beklemeler bile bizlere keyif veriyordu.
Hele traktör vagonlarında tangır tıngır sallanarak yolculuk etmek. Birde kasabadan süt aldıysanız eve gelene kadar sallana sallana neredeyse süt kendinden geçerdi.
Yaz tatillerinde Tokat'a gittiğimde de bakırcılar çarşısını gezerdim. Bakır kalaylarken o farklı koku beni çok etkilerdi. Doğal ve usta kokan bir koku. İnsana güven ve huzur veriyordu. Hani ehil eller derler ya işte onun gibi.
Şimdilerde çayın tadından, kahvenin sohbetine her şey sanal alem gibi tatsız tuzsuz oldu. Her şey elimizin altına geldi ama, zaman denen kıymeti de çekip aldı elimizden. Zaman kavramı diye bir şey kalmadı. Bugünün beşi yarının onu oldu. Eskiden bir bir giderken şimdi dört nala oldu zaman akışı. Biz Altaylardan Tuna'ya dört nala hüküm sürerken şimdilerde aileler kendi içinde birbirine söz geçiremiyor. Eşler odadan odaya sosyal medyadan sanal çay ve kahve gönderiyor. Bazen de öpücük.
Teknoloji ne büyük bir nimetmiş! Bizi bizden alıp götürdü. Tıpkı eskisi gibi bu defa kartpostallara geçmişimizi koyup birbirimize gönderelim. Belki kaybettiğimiz değerlerimiz geri gelir ümidiyle...
İşte o kadar yabancılaştık dostlar...