Masamda bir bardak demli çay, gözlerim dalıp gidiyor. Düşünüyor muyum, yoksa hayal mi görüyordum? Geçmiş günler birkaç dakika gözlerimde canlanırken, hafızam bir çay misali demlendi. Artık her şey masanın etrafında şekillenir gibiydi.
Kolay mı? Koca bir yıl geride kalırken, onlarca geçen yıl nasıl bir anda dışa vursun? 2024'ün son demlerini yaşarken anılar 2019'lardan bugüne doğru akmaya başladı.
Evet, burası İstanbul'un güzide yerlerinden Sultanahmet.
Sultanahmet Meydanı’nda, Meşale adında bir mekan ve o mekana yakışır bir masa... Gelin şimdi size o efsane denebilecek masanın hikayesini anlatayım:
O masa ki, gelene çok şey kazandıran bir masa...
İşte o masa şu an beni onlarca yıl öncesine götürüp geçmişin bugünlere gelişini yeniden canlandırıyor.
Hayallerim eski bir muhabbetin ortasına düşüyor. Masanın etrafında eskiden bakanlık yapmış adamlar ve masanın o hoşsohbet adamı Mehmet Sarı'nın kendine has tarzıyla adeta canlandırdığı sohbet... Sonrası derinlere inen bir muhabbet başlar devletin derin adamlarıyla. Hiçbir yerde rastlayamayacağınız, rastlasanız da muhabbetine denk gelemeyeceğiniz insanlar.
Bir başka hayal canlanıyor gözlerimin önünde, ülkemin en değerli savcı, hakim ve emniyet amirleri...
Her kuruma ait farklı taraflara yönelen sohbetler...Kendimi farklı bir alemde hissediyorum. Çıkıp eve geldiğimde isimleri sayıkladığım an, ''Vay be! kimlerle oturup sohbete şahit olmuşum, hatta sohbetin içinde olmuşum'' diye saatlerce düşündüğüm anlar olmuştur.
Önümdeki bardaktan bir yudum daha çekiyorum ve bir başka sohbetin anısıyla karşılaşıyorum. Memleketimin güzide insanları, başkanlar, parti yöneticileri ve sivil toplum kuruluşu temsilcileri...
Bu defa sohbetin içinde memleket havası esiyor. “Masa mı, Medreseyi Yusufiye mi?” diye sorguluyorum kendi kendime.
İşte dostlar, çok eskilerden beri her daim uğradığım o mekan; masa sahibinin memleket sevdası nedeniyle uzun süre öksüz kalmıştı. Masanın sahibi memleketi Amasya'ya Şehrin Emini (Şehremini) olmuştu. O gitse de ben yine arada gelirdim. Her geldiğimde gördüğüm manzara, masa sahibi olmasa da dostları yine o masada oturuyor olmalarıydı. Her ne kadar o denli hararetli olmasa da, sohbetlerine devam ediyorlardı. Dost ve arkadaşlar, masanın eksikliğini bir nebze de olsa tamamlıyorlardı. Gerçi memleket aşkıyla, memlekete vereceği hizmetleri hesaba katarsak, masa sahibinin gidişine ben de sevinmiştim. Çünkü memleket hizmet görecekti ve görüyordu da. Bir medreseye benzettiğim masa öksüz kalsa da yetim kalan memleketim hizmet görüyordu. Bereketli topraklarımıza hareket gelmişti.
İstanbul’a ilk geldiğim o anlar birden hayallerimi başka bir yöne çekti. Çocuk denecek yaşta gurbet yoluna düşüp İstanbul gibi koca metropol de nafakasını arayanlar, bu masanın sahibine ulaşıyorlardı. Masanın sahibi, iş ya da aş vaat etmese de; bilakis iş ve aş için gelen gençleri hedeflerine kavuşturuyor, onların iş sahibi olmasını sağlıyordu.
O gençlerden biri olma şerefine nail olup, bugün bu masanın en canlı şahidi olmak, bana bu hayallerin gerçekleşmesine vesile olan masa sahibinin çetelesini tutmayı nasip etti. Yabancı kaldığım bu İstanbul’da yabancılığı elimden alıp, beni ev sahibi gibi hissettirmişti bu masanın sahibi. Aslında tüm tanıdık, eş ve dosta yoldaş olan adamın adıydı bu masanın sahibi Mehmet Sarı. Sert mizaçlı olsa da kalbi yardım için küt küt atan bir adam. Bir yanında devletin yetki organları varken, diğer tarafında sokaklarda dilenci muamelesi görenleri dahi mekanında misafir eden bir halk adamı.
Bir gün bir bakıyorsunuz, Meşale Kafe’deki masada sanki devlet toplanmış. Hani eskiler der ya “Duvarların dili olsa da konuşsa” diye. İşte bu mekanın ve masanın dili olsa da konuşsa... Bakın o zaman ne romanlar, ne hikayeler ortaya çıkar! Tarih yazan profesör İlber hocayı gördüğümde hiç şaşırmamıştım. Çünkü aynı masada daha önce bir bakanla sohbet etmiştim. Bir gün bir ilin valisi, diğer gün adalet mekanizmasının kilit isimleriyle. Dedim ya, semaverde demlenen çay misali demlenmişim. Ne yazsam, ne söylesem hepsi birebir yaşanan gerçekler. Muhabbet sevenin sevgisine “AŞK” katacak seviyedeyim şu an. Bir bardak çayın bir yudumunu şekersiz içemezken, o masanın sohbetlerinde onlarca bardak çayı şeker katmadan içtiğimi hatırlıyorum.
Bir ney sesi ile anılardan sıyrıldım bir anda. Hayallerin yansıması bedenimi ve ruhumu yormuş olsa da, semazenle gergin bedenim biraz yumuşadı. Mehmet Sarı ve o efsane masanın sohbeti, bir kahvehane değil, kıraathane kültürü gibiydi. Öğrendikleriyle yetinmeyenler, o masanın müdavimleriydi. Bazen bir dost, bir hemşeri, hemşerinin dostu ya da arkadaşı veya hiç tanımadığınız yoldan geçen bir yabancı...
İhtiyaç sahibi kimse, onun ne rengi, ne dili ne de bilgisi önemliydi. Önemli olan ihtiyacının giderilmesiydi.
Her ne kadar makam ve mevki sahipleri masanın müdavimleri olsa da, makam ve mevkiden yoksun vatandaşlarımız da masaya misafir oluyordu. Yine bir gün, gariban bir vatandaşla derin bir sohbetin ortasında bulmuştum masa sahibini.
Bir başka gün, onlarca üniversite öğrencisi vardı mekanda. Masa yine sohbet kokuyordu. Öğrenciler yemeklerini yerken öğretmenler masada derin bir sohbetteydiler. Adam, sohbetin olduğu kadar misafir ağırlamanın da ustasıydı. Hele küçük çocuklar oldu mu masada, o sert ve zor gülen yüz tebessüm edercesine sohbete başlardı. “İşte adamlık bu” diyordum kendi kendime. Masada kendisi için ne varsa misafirleri için bir fazlası geliyordu.
Magazin dahi bu masanın etrafında yeşeriyordu bazen. Bir bakarsınız bir dizi oyuncusu, ardından yönetmen ve haberciler. Bir başka gün sivil toplum kuruluşları sarmış masanın etrafını. Memleket insanına nasıl hizmet edebilirim sorularına cevaplar aranıyor.
Eğer Mehmet Sarı gibi adamlar çoğalırsa, memlekette tüm çaylar demli, tüm misafirler mutlu, memleket ise memleket gibi olur.